Vapurdan inip, meydanı geçti ve Cağaloğlu yokuşunun başında biraz soluklandı. Sonra ceketinin eteklerini savurarak yukarı doğru çıkmaya koyuldu. Temmuz sıcağı iyice artınca, kolalı yakasındaki boyunbağını gevşetti. Hadım Hasan Paşa Medresesi’nin bahçesinde kısa bir mola verdi.
Sonra “Yokuş” boyunca avare avare çıkmaya devam etti. Mihran Matbaası, İkdam Gazetesi, Tahir Bey Matbaası, Arapça basılan El Malumat ve Fransızca yayımlanan Servet gazetelerinin önünden geçti. Meserret Apartmanı’nın yanından Ebussuud Caddesi’ne girdi. Kirkor Faik’in Asır ve Kitapçı Aragel’in Numune adlı kitapçı dükkanlarının vitrinlerinde boy gösteren yeni kitaplara bir göz attı.
Ansızın onu gördü. Koyu gri bir ‘jaketetay’ giymiş, yüzüne asil bir güzellik veren sivrice sakalı, yaylı kaşları, geniş şakakları ve yumuşak gözleriyle yokuştan aşağıya doğru inmekte olan Abdülhak Hamit’i gördü. Abdülhak Hamit’in yanında yürüyen eşi ‘sarışın bir ışık halindeki’ Lüsyen Hanım’ı da gördü. Selamlaştı.
Biraz daha çıktı ve bu kez de Tevfik Fikret’i gördü. Fikret’in üstünde sadakor bir elbise, elinde ipekten ve saman sarısı bir şemsiye vardı. İçinden yükselen “Kırık bir Rübab” ve “bir bomba, bir duman, bir Rübab-ı Şikeste” seslerini duyar gibi oldu. Selamlaştı.
Yokuş yukarı çıkmaya devam etti. Derken Cenap Şahabettin’le karşılaştı. Koyu duman rengi bir elbise, ‘fantezi’ bir yelek giymişti. ‘Az şık, çok süslüydü’. Cenap Şahabettin’i görünce o yaz sıcağında ‘gökten hayaller gibi düşen karları’ hatırladı. Selamlaştı.
Sonra “başında lacivert bir bere, sırtında Kaşmir bir ceket” bulunan Halit Ziya Uşaklıgil’i gördü. Uşaklıgil’in elinde bir ‘vesika ekmeği’ yani Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı sıkıntılar nedeniyle satın alınması izne bağlanan bir ekmek, mısır koçanı ve süpürge otu tohumundan yapılmış küçücük bir somun vardı. Nedir, Uşaklıgil “Aşk-ı Memnu’nun Nihal ile Bihter’ini yanına almayı da ihmal etmemişti. Selamlaştı.
Yokuşu çıkmayı sürdürdü. Çatalçeşme Sokağı’na saptı. Dört katlı kagir binanın merdivenlerinden ikinci kata çıktı. Odasına girip, masanın başına geçti. Yığın halindeki gazete ve dergileri karıştırdı. Kendisinin çıkardığı dergiye gözü ilişince, yıllar öncesini, 1922’yi düşündü. O karlı Aralık ayında vilayete gidişini, dergi çıkarmak için izin isteyişini, ‘Sansürcü Şemsi Efendi’nin “evladım, dergi çıkarmak başına iş açmak demektir, bu sevdadan vazgeç” demesini hatırladı. İlk sayı için yazdığı makalede geçen ‘yıldız’ sözcüğünü, Yıldız Sarayı’nı anımsattığı gerekçesiyle nasıl “mehtaplı geceler” diye değiştirmek zorunda kaldığını da hatırladı.
Tam bunları düşünürken incecik, en çok elli kilo kadar olan küçücük bir adam içeriye girdi ve hiçbir şey söylemeden bir sıçrayışta masaya oturdu. Ağzındaki sigaranın külü uzamış, düştü düşecek gibiydi. Sonunda kül sigaradan kopup masanın üzerine düştü. Küçücük adam, külü ceketinin koluyla, masaya iyice sıvıştırarak sözüm ona sildi. Adamın bu yaptığına kızdı ama bir şey diyemedi. Çalıkuşu romanının yazarı Reşat Nuri Güntekin’in bu davranışlarına alışmıştı artık.
Reşat Nuri odadan çıktıktan sonra odacı çayla birlikte o haftaki derginin kapak resmini getirdi. Necmi Rıza adlı karikatüristin çizdiği kapağa baktı. Kapakta lacivert mayolu, son derece güzel, sarışın bir kadın vardı. Arkada ise belki de yüzlerce insan denize girebilmek için itişip kakışırken görülüyordu.
Karikatürün hemen altında “Halk Plajlara Hücum Etti, Vatandaş Denize Giremedi” yazısı vardı. Kelime oyununu beğendi ama lacivert mayolu, sarışın kadın resminden işkillendi. Derginin üç hafta önceki kapağında da yine mayolu bir kadın resmi yer almış ve Karagümrük, Vefa ve Fatih gibi semtlerde dergi bazı kişilerce yırtılıp, yakılmıştı.
Dergide yer alacak yazılara göz gezdirmeye başladı. Rıfat Ilgaz, İbrahim Alaattin Gövsa, Muzaffer İzgü, Osman Celal Kaygılı ve Ercüment Ekrem Talu gibi tanınmış yazarların yazılarını okudu.
Sonra en beğendiği yazarın yazısını incelemeye başladı. Ordudan ‘atılan’ bu gencin yazılarını çok beğeniyordu. Onun ‘Biz Gözümüzü Budaktan Sakınmayız’ başlıklı makalesini de okudu ve yine tedirgin oldu.
Aziz Nesin adlı bu yazarın yazdıkları, hükümet tarafından pek hoş karşılanmıyordu. Yakın dostluk kurduğu bakanlar, her defasında Aziz Nesin’in işine son vermesini, aksi halde derginin sonunun iyi olmayacağını açık açık açık söylüyorlardı.
İçini çekti. Çayını içip bitirdi. Sonra üzerinde kırmızı harflerle “Akbaba” yazan kağıtlardan birini aldı. Yeşil mürekkepli dolmakalemle kağıda “basıla” diye yazdı ve günün tarihini koyup, imzasını attı.
Yusuf Ziya Ortaç, sahibi ve başyazarı olduğu ünlü mizah dergisi Akbaba’nın o haftaki ‘maketi’nin basılmasına işte böyle izin verdikten sonra, arkasına yaslanıp, hece vezniyle yazacağı yeni şiirini kafasında kurgulamaya koyuldu…
Türk edebiyatında ‘Beş Hececiler’ ya da ‘Hecenin Beş Şairi’ diye isimlendirilen akımın önde gelen isimlerinden olan Yusuf Ziya Ortaç, 23 Nisan 1915’te İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimi için Vefa Lisesi'ne gönderildi. Lise yıllarında, Servet-i Fünun yazarlarından etkilenerek, aruz vezniyle şiirler yazmaya başladı.
Hece vezniyle, günlük konuşma dilinde, sade, fakat akıcı şiirler yazıyordu. Orhan Seyfi Orhon, Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek ve Halit Fahri Ozansoy'dan oluşan, ‘Hecenin Beş Şairi’ ya da ‘Beş Hececiler’den biri oldu.
Yusuf Ziya Ortaç’ı üne kavuşturan, ilk sayısı 7 Aralık 1922’de yayımlanan Akbaba dergisi oldu. Akbaba dergisi, yeni kurulan cumhuriyetin laik ve kentli yönünü yaymaya çalışan bir yayın organı gibi biçimlendi. İstanbul’da yeni açılan plajlar, gazinolar ve barlar gibi konuları işleyen dergi, İstanbul’da beğenildi ama ‘taşrada’ büyük bir tepki uyandırdı. Birkaç sayısının gönderildiği Kütahya ve Uşak’ta, kapağındaki mayolu kadın resimleri nedeniyle Akbaba Dergisi yakıldı. Aynı durum İstanbul’un bazı semtlerinde de tekrarlandı.
Akbaba Dergisi, daha önce Refik Halit Karay tarafından çıkarılan Aydede dergisinin yerini almaya çalışıyordu. Karay’ın milli mücadele döneminde Kemalist’lere şiddetle karşı çıkması ve cumhuriyetin kurulmasıyla kendisinin sürgüne gönderilip, Aydede’nin de kapatılmasından sonra yayımlanmaya başlanan Akbaba, ilk sayısından itibaren sürekli olarak devlet yanlısı bir tutum izledi.
Kemalizm’i kötülediklerine inandığı kimi şairler ve özellikle Orhan Veli Kanık için ağır sözler kullandı. Onları ‘bobstil’ olarak nitelendirdi. Bu söz ‘züppe’ anlamına geliyordu ama aynı zamanda özellikle Londra argosunda eşcinselleri aşağılamak için kullanılan bir başka sözcüğü de yansıtıyordu. Yusuf Ziya Ortaç da bu sözün anlamını soranlara, “İngiltere’ye gidip, genç oğlanlara ne diyorlar bir bakın” diye cevap vermekten çekinmemişti.
Ortaç, dört yıl boyunca Ordu milletvekilliği yaptıktan sonra yeniden edebiyata döndü. Yakın arkadaş olduğu edebiyatçıları Portreler, Bizim Yokuş adlı kitaplarında renkli yönleriyle anlattı. Sürekli olarak hükümeti tuttu. Hiçbir zaman muhalefetin görüşlerini yansıtmadı. Bu nedenle Serbest Fırka, Demokrat Parti gibi muhalif siyasi oluşumların ortaya çıktığı dönemlerde hemen dergisinin basımını durdurdu ve yazılarına da ara verdi.
Kürkçü Dükkanı, Şeker Osman, Göç, Üç Katlı Ev, Sarı Çizmeli Mehmed Ağa, Portreler, İsmet İnönü ve Bizim Yokuş kitaplarını da yazan Yusuf Ziya Ortaç, 11 Mart 1967’de bir kalp krizi sonucunda öldü.
Yayımladığı Akbaba dergisinin sararmış solmuş sayıları ise sahaflarda satılıyor artık…
Sonra “Yokuş” boyunca avare avare çıkmaya devam etti. Mihran Matbaası, İkdam Gazetesi, Tahir Bey Matbaası, Arapça basılan El Malumat ve Fransızca yayımlanan Servet gazetelerinin önünden geçti. Meserret Apartmanı’nın yanından Ebussuud Caddesi’ne girdi. Kirkor Faik’in Asır ve Kitapçı Aragel’in Numune adlı kitapçı dükkanlarının vitrinlerinde boy gösteren yeni kitaplara bir göz attı.
Ansızın onu gördü. Koyu gri bir ‘jaketetay’ giymiş, yüzüne asil bir güzellik veren sivrice sakalı, yaylı kaşları, geniş şakakları ve yumuşak gözleriyle yokuştan aşağıya doğru inmekte olan Abdülhak Hamit’i gördü. Abdülhak Hamit’in yanında yürüyen eşi ‘sarışın bir ışık halindeki’ Lüsyen Hanım’ı da gördü. Selamlaştı.
Biraz daha çıktı ve bu kez de Tevfik Fikret’i gördü. Fikret’in üstünde sadakor bir elbise, elinde ipekten ve saman sarısı bir şemsiye vardı. İçinden yükselen “Kırık bir Rübab” ve “bir bomba, bir duman, bir Rübab-ı Şikeste” seslerini duyar gibi oldu. Selamlaştı.
Yokuş yukarı çıkmaya devam etti. Derken Cenap Şahabettin’le karşılaştı. Koyu duman rengi bir elbise, ‘fantezi’ bir yelek giymişti. ‘Az şık, çok süslüydü’. Cenap Şahabettin’i görünce o yaz sıcağında ‘gökten hayaller gibi düşen karları’ hatırladı. Selamlaştı.
Sonra “başında lacivert bir bere, sırtında Kaşmir bir ceket” bulunan Halit Ziya Uşaklıgil’i gördü. Uşaklıgil’in elinde bir ‘vesika ekmeği’ yani Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı sıkıntılar nedeniyle satın alınması izne bağlanan bir ekmek, mısır koçanı ve süpürge otu tohumundan yapılmış küçücük bir somun vardı. Nedir, Uşaklıgil “Aşk-ı Memnu’nun Nihal ile Bihter’ini yanına almayı da ihmal etmemişti. Selamlaştı.
Yokuşu çıkmayı sürdürdü. Çatalçeşme Sokağı’na saptı. Dört katlı kagir binanın merdivenlerinden ikinci kata çıktı. Odasına girip, masanın başına geçti. Yığın halindeki gazete ve dergileri karıştırdı. Kendisinin çıkardığı dergiye gözü ilişince, yıllar öncesini, 1922’yi düşündü. O karlı Aralık ayında vilayete gidişini, dergi çıkarmak için izin isteyişini, ‘Sansürcü Şemsi Efendi’nin “evladım, dergi çıkarmak başına iş açmak demektir, bu sevdadan vazgeç” demesini hatırladı. İlk sayı için yazdığı makalede geçen ‘yıldız’ sözcüğünü, Yıldız Sarayı’nı anımsattığı gerekçesiyle nasıl “mehtaplı geceler” diye değiştirmek zorunda kaldığını da hatırladı.
Tam bunları düşünürken incecik, en çok elli kilo kadar olan küçücük bir adam içeriye girdi ve hiçbir şey söylemeden bir sıçrayışta masaya oturdu. Ağzındaki sigaranın külü uzamış, düştü düşecek gibiydi. Sonunda kül sigaradan kopup masanın üzerine düştü. Küçücük adam, külü ceketinin koluyla, masaya iyice sıvıştırarak sözüm ona sildi. Adamın bu yaptığına kızdı ama bir şey diyemedi. Çalıkuşu romanının yazarı Reşat Nuri Güntekin’in bu davranışlarına alışmıştı artık.
Reşat Nuri odadan çıktıktan sonra odacı çayla birlikte o haftaki derginin kapak resmini getirdi. Necmi Rıza adlı karikatüristin çizdiği kapağa baktı. Kapakta lacivert mayolu, son derece güzel, sarışın bir kadın vardı. Arkada ise belki de yüzlerce insan denize girebilmek için itişip kakışırken görülüyordu.
Karikatürün hemen altında “Halk Plajlara Hücum Etti, Vatandaş Denize Giremedi” yazısı vardı. Kelime oyununu beğendi ama lacivert mayolu, sarışın kadın resminden işkillendi. Derginin üç hafta önceki kapağında da yine mayolu bir kadın resmi yer almış ve Karagümrük, Vefa ve Fatih gibi semtlerde dergi bazı kişilerce yırtılıp, yakılmıştı.
Dergide yer alacak yazılara göz gezdirmeye başladı. Rıfat Ilgaz, İbrahim Alaattin Gövsa, Muzaffer İzgü, Osman Celal Kaygılı ve Ercüment Ekrem Talu gibi tanınmış yazarların yazılarını okudu.
Sonra en beğendiği yazarın yazısını incelemeye başladı. Ordudan ‘atılan’ bu gencin yazılarını çok beğeniyordu. Onun ‘Biz Gözümüzü Budaktan Sakınmayız’ başlıklı makalesini de okudu ve yine tedirgin oldu.
Aziz Nesin adlı bu yazarın yazdıkları, hükümet tarafından pek hoş karşılanmıyordu. Yakın dostluk kurduğu bakanlar, her defasında Aziz Nesin’in işine son vermesini, aksi halde derginin sonunun iyi olmayacağını açık açık açık söylüyorlardı.
İçini çekti. Çayını içip bitirdi. Sonra üzerinde kırmızı harflerle “Akbaba” yazan kağıtlardan birini aldı. Yeşil mürekkepli dolmakalemle kağıda “basıla” diye yazdı ve günün tarihini koyup, imzasını attı.
Yusuf Ziya Ortaç, sahibi ve başyazarı olduğu ünlü mizah dergisi Akbaba’nın o haftaki ‘maketi’nin basılmasına işte böyle izin verdikten sonra, arkasına yaslanıp, hece vezniyle yazacağı yeni şiirini kafasında kurgulamaya koyuldu…
Türk edebiyatında ‘Beş Hececiler’ ya da ‘Hecenin Beş Şairi’ diye isimlendirilen akımın önde gelen isimlerinden olan Yusuf Ziya Ortaç, 23 Nisan 1915’te İstanbul’da doğdu. Ortaöğrenimi için Vefa Lisesi'ne gönderildi. Lise yıllarında, Servet-i Fünun yazarlarından etkilenerek, aruz vezniyle şiirler yazmaya başladı.
Hece vezniyle, günlük konuşma dilinde, sade, fakat akıcı şiirler yazıyordu. Orhan Seyfi Orhon, Faruk Nafiz Çamlıbel, Enis Behiç Koryürek ve Halit Fahri Ozansoy'dan oluşan, ‘Hecenin Beş Şairi’ ya da ‘Beş Hececiler’den biri oldu.
Yusuf Ziya Ortaç’ı üne kavuşturan, ilk sayısı 7 Aralık 1922’de yayımlanan Akbaba dergisi oldu. Akbaba dergisi, yeni kurulan cumhuriyetin laik ve kentli yönünü yaymaya çalışan bir yayın organı gibi biçimlendi. İstanbul’da yeni açılan plajlar, gazinolar ve barlar gibi konuları işleyen dergi, İstanbul’da beğenildi ama ‘taşrada’ büyük bir tepki uyandırdı. Birkaç sayısının gönderildiği Kütahya ve Uşak’ta, kapağındaki mayolu kadın resimleri nedeniyle Akbaba Dergisi yakıldı. Aynı durum İstanbul’un bazı semtlerinde de tekrarlandı.
Akbaba Dergisi, daha önce Refik Halit Karay tarafından çıkarılan Aydede dergisinin yerini almaya çalışıyordu. Karay’ın milli mücadele döneminde Kemalist’lere şiddetle karşı çıkması ve cumhuriyetin kurulmasıyla kendisinin sürgüne gönderilip, Aydede’nin de kapatılmasından sonra yayımlanmaya başlanan Akbaba, ilk sayısından itibaren sürekli olarak devlet yanlısı bir tutum izledi.
Kemalizm’i kötülediklerine inandığı kimi şairler ve özellikle Orhan Veli Kanık için ağır sözler kullandı. Onları ‘bobstil’ olarak nitelendirdi. Bu söz ‘züppe’ anlamına geliyordu ama aynı zamanda özellikle Londra argosunda eşcinselleri aşağılamak için kullanılan bir başka sözcüğü de yansıtıyordu. Yusuf Ziya Ortaç da bu sözün anlamını soranlara, “İngiltere’ye gidip, genç oğlanlara ne diyorlar bir bakın” diye cevap vermekten çekinmemişti.
Ortaç, dört yıl boyunca Ordu milletvekilliği yaptıktan sonra yeniden edebiyata döndü. Yakın arkadaş olduğu edebiyatçıları Portreler, Bizim Yokuş adlı kitaplarında renkli yönleriyle anlattı. Sürekli olarak hükümeti tuttu. Hiçbir zaman muhalefetin görüşlerini yansıtmadı. Bu nedenle Serbest Fırka, Demokrat Parti gibi muhalif siyasi oluşumların ortaya çıktığı dönemlerde hemen dergisinin basımını durdurdu ve yazılarına da ara verdi.
Kürkçü Dükkanı, Şeker Osman, Göç, Üç Katlı Ev, Sarı Çizmeli Mehmed Ağa, Portreler, İsmet İnönü ve Bizim Yokuş kitaplarını da yazan Yusuf Ziya Ortaç, 11 Mart 1967’de bir kalp krizi sonucunda öldü.
Yayımladığı Akbaba dergisinin sararmış solmuş sayıları ise sahaflarda satılıyor artık…