Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu’nun AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için yaptığı “Türkiye’ye yetmiyor, bütün dünyayı yönetiyor” açıklaması bir kısmıyla çok doğru. Zira iç siyasetteki tıkanıklık ve her gün derinleşen ekonomik kriz, Erdoğan’ın “tek adam” iktidarının Türkiye’ye yetmediğinin açık göstergesi. Dünyayı yönetme iddiasının ise karşılığı yok gibi. Tabi Ulaştırma Bakanı’nın kastettiği kendi küçük dünyası değilse.
AKP iktidarı, son birkaç aydır yoğun bir dış politika bombardımanıyla elindeki tek kozu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı canlı tutmaya çalışıyor. Zira elinde Erdoğan dışında sunabileceği hiçbir şey yok. Erdoğan’sız bir AKP’nin, Özal’sız ANAP kadar bile ömrünün olmayacağı açık.
“Dünya lideri”, “diplomasi satrancının büyük ustası” gibi sıfatlarla Erdoğan’ın karizmasını ayakta tutmak ve olası rakiplerinin “dış dünyayla bağlantı eksikliğini kullanmak” stratejisi ellerindeki en etkili ve belki de kalan tek koz.
* * *
Gerilim ve kişisel başarı öyküleriyle iç içe, sıcak, kafa karıştırıcı bir gündemin içindeyiz.
Bir yandan Körfez, İsrail ve Mısır’la barışmaya çalışırken, öbür tarafta Yunanistan’la sürekli bir gerginlik içindeyiz. Bir gün sondaj ve arama gemilerini uğurluyor, enerjide dış bağımlılığa son verme hayalleri satıyoruz. Hemen ardından nükleer enerjideki tüm gücü Ruslara bırakıyoruz. Suriye ve Irak’a operasyon konuşurken bir anda konu İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri oluyor. Suriye lideri bir gün “Esed” oluyor, bir gün “Esad”. Yakın zamanda bir süredir buzdolabında bıraktığımız Kıbrıs ve Libya gibi konuların yeniden ısıtılması mümkün. Afganistan’da yeni bir süreç için devreye girmemiz de olası.
“Dünya Lideri” imajını cilalayacak bir manşet olsun yeter.
Bu baş döndürücü gündemde elimizdeki tek somut başarı öyküsü Ukrayna ve Rusya ile imzalanan “Tahıl Koridoru Anlaşmaları”. Anlaşmaları ifadesi önemli zira ortada bir ortak metin yok, iki ayrı anlaşma var.
Türkiye’nin bu süreçteki arabulucu rolü elbette ki çok önemli. Ama AKP medyasının “Bu anlaşmalar Erdoğan’sız mümkün değildi,” çığlıkları fazlaca abartılı bir değerlendirme.
Türkiye her iki ülkeyle karmaşık ilişkileri nedeniyle ön plana çıktı belki ama başka arabulucular da konuşuluyordu. Türkiye bu kadar hevesli davranmasa, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa, Brezilya ve Hindistan gibi bir dizi ülkenin de bu süreçte rol alabilecekleri düşünülüyordu. Ama her kim olursa olsun, tahıl gemilerinin zorunlu geçiş noktası olan Boğazları elinde tutan Türkiye, jeostratejik bir gereklilikle masada olacaktı.
* * *
Erdoğan’ın Türkiye’yi “sözü dinlenir, güvenilir bir arabulucu” haline getirdiği iddiası ise tamamen safsata. Çünkü Erdoğan, Türkiye’yi pek çok konuda kadim arabulucu rolünden uzaklaştırıp, tam tersine güvenirliği tartışılan bir ülke konumuna sokan bir dış politikanın mimarı.
Geçmişi ne çabuk unutuyoruz.
Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle yola çıkan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temel hedefi kendini bir istikrar ve denge merkezi olarak konumlandırmaktı. Üst üste imzalanan Balkan Antantı ve Sadabad Paktı anlaşmaları bu anlamda stratejik başlangıçlardı. İşe de yaradı.
İkinci Dünya Savaşının yıkımından kendini kurtaran Türkiye, 1980-1988 yılları arasında yapılan İran-Irak savaşında arabulucu rolündeydi.
Hatta her iki ülke savaş sırasında Türk Büyükelçiliklerini temsilcilik olarak kullandı. 1990-1991 yıllarını kapsayan Birinci Körfez savaşında İran ve Suriye ile birlikte oluşturulan üçlü mekanizma bir diğer benzer örnekti.
Erdoğan öncesinin Türkiye’si, Filistin sorununun önemli, sözü dinlenen aktörüydü. Türkiye’nin ardında bıraktığı bu boşluğu hala kimse dolduramadı.
1990’larda Yugoslavya parçalanırken Türkiye bölgede yine aranan aktör olarak pek çok işbirliği mekanizmasında kurucu rol oynadı. Sovyetler Birliğinin dağılması sürecinde de. Yine Türkiye’nin öncülüğünde 1992 yılında hayata geçen Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, Ukrayna Rusya Savaşının sürdüğü bugünlerde hala çok etkili bir mekanizma.
Türk askerinin Afganistan, Somali, Kosova, Bosna-Hersek ve Lübnan‘daki tutumu, buradaki barış ve istikrar misyonlarının başarısında hep takdir edilen bir tutum oldu.
Türkiye’nin bu mirasından AKP iktidarı da çok yararlandı. Irak Savaşı öncesi oluşturulan “Irak’a Komşu Ülkeler Girişimi” ve Afganistan için Türkiye öncülüğünde başlatılan “Asya’nın Kalbi-İstanbul Süreci” uzun yıllar atılan tohumların ürünüydü. Özellikle Irak’a Komşu Ülkeler Girişimi, henüz bir yıllık AKP iktidarının, ona şüpheyle yaklaşan uluslararası çevreleri etkileme fırsatı tanımıştı. Türkiye 2008 yılında İsrail ve Suriye arasında Golan Tepeleri konusundaki arabuluculuk rolünü üstlenirken, Erdoğan’ın neo-Osmanlıcı düşleri henüz dillendirilmemişti. O Osmanlıcı düşlerin, daha sonraları ABD Başkanı Biden’a “soykırım” açıklaması yapma fırsatı tanıyarak Türk Dış politikasının en acı yenilgilerinden birine de sebep olduğunu unutmamak lazım.
Erdoğan’ın Türkiye’yi ağırlığı olan bir ülke haline getirdiği de fazla iddialı bir söylem. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1995 Kardak krizi ve gibi süreçler var nihayetinde. 1997-98 döneminde Güney Kıbrıs’la yaşanan S-300 krizi bir diğer örnek. Türkiye’nin “Yunanistan’ın karasularını 6 milin üzerine çıkarmasını savaş sebebi sayan” 1995 tarihli “Casus Belli” kararı bugün hala Erdoğan iktidarının temel dayanaklarından.
Abdullah Öcalan’ın yakalanması sürecinde, Türk diplomasisinin Rusya’dan Yunanistan’a, İtalya’dan Kenya’ya yürüttükleri ince ve etkili politikanın çeşitli aşamalarını genç bir gazeteci olarak sahadan izleme fırsatı bulmuştum. Erdoğan öncesinin Türkiyesi gücü ciddi bir güçtü.
Avrupa Birliği maceramızda Erdoğan’ın sert söylemini övmek yine bazı mecralarda pek revaçta. 1999 Helsinki Zirvesi’nde, Erdoğan öncesinin Türkiye’si, bağırıp çağırmadan, o günkü AB dönem Başkanı Lipponen’e Türkiye’nin haklılığını kabullenen ve AB müktesebatı kapsamına giren bir mektup yazdırabilmişti. Evet, Lipponen’in bu mektubu bugün “AB’nin Türkiye’ye yönelik en büyük kandırmacalardan biri” olarak anılıyor. Ve sanki Bülent Ecevit kandırılmış gibi bir hava yaratılmaya çalışılıyor. Bu mektubu önemsizleştirenin, o dönemde “AB bizi sevsin” diye her türlü fedakârlığa hazır AKP hükümeti olduğunu unutmamak lazım.
AKP’nin demokrasi, adalet, insan hakları ve şeffaflık karneleri de kırıklarla dolu. Türkiye’nin yumuşak gücünün bir boyutu da, (tüm problemlerine rağmen) bu alanlarda bölgesinin ve daha genel olarak Müslüman çoğunluklu dünyanın en ileri ülkesi olmasıydı. Şimdilerde bundan da bahsetmek pek mümkün değil.
* * *
AKP medyasının Tahıl Koridoru Anlaşmalarının meyvesini de uzun süre yiyemeyeceği ortada.
Dediğimiz gibi ortada iki anlaşma var. Rusya ile olan 3 yıllık. Ukrayna’yla olan 120 günlük. Bunun dörtte biri bitti bile. Kasım sonunda yenilenmesi söz konusu olduğunda ne tür gelişmeler yaşanacağı belirsiz.
Anlaşmalardan sadece bir gün sonra Odessa’yı bombalayan Rusya bakalım bu kez ne isteyecek?
Peki ya biz?
Evet, “Tahıl Koridoru Anlaşmaları” Erdoğan’a uluslararası bir meşruiyet zemini açtı. Ama bu zeminin devamlılığı Rusya’nın onayına bağlı. Rusya Suriye operasyonu için izin kâğıdını da elinde tutuyor.
Hızla yaklaşan seçimler öncesi Erdoğan için hayati bir diğer kart da bu.
Ancak, bu kartlar özellikle NATO’da sıkıntı yaratıyor. Türkiye, Rusya’ya uygulanan ambargoları delen ve hava sahasını da açık tutarak Rusya’ya nefes aldıran bir ülke olarak görülüyor.
Bu da sürdürülebilir bir politika değil. ABD Hazine Bakan Yardımcısı Wally Adeyemo’nun önceki gün yazılı olarak yaptığı ABD yaptırımları uyarısı bu çerçevede dikkat çekici.
Tahıl Koridoru Anlaşmaları sonrası dış basında çıkan birkaç makaleyi büyük başarı diye sunanlara, bu tür yazıların Erdoğan öncesinde de sık sık çıktığını hatırlatmak lazım.
Okumaya, İngiltere’nin en ciddi gazetelerinden Independent’ta ünlü dış politika yorumcusu Rubert Comwell imzalı 18 Şubat 1999 tarihli “The emergence of Turkey as a major world player - Türkiye'nin büyük (ana) bir dünya oyuncusu olarak ortaya çıkışı” yazısıyla başlayabilirler.
AKP iktidarı, son birkaç aydır yoğun bir dış politika bombardımanıyla elindeki tek kozu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı canlı tutmaya çalışıyor. Zira elinde Erdoğan dışında sunabileceği hiçbir şey yok. Erdoğan’sız bir AKP’nin, Özal’sız ANAP kadar bile ömrünün olmayacağı açık.
“Dünya lideri”, “diplomasi satrancının büyük ustası” gibi sıfatlarla Erdoğan’ın karizmasını ayakta tutmak ve olası rakiplerinin “dış dünyayla bağlantı eksikliğini kullanmak” stratejisi ellerindeki en etkili ve belki de kalan tek koz.
* * *
Gerilim ve kişisel başarı öyküleriyle iç içe, sıcak, kafa karıştırıcı bir gündemin içindeyiz.
Bir yandan Körfez, İsrail ve Mısır’la barışmaya çalışırken, öbür tarafta Yunanistan’la sürekli bir gerginlik içindeyiz. Bir gün sondaj ve arama gemilerini uğurluyor, enerjide dış bağımlılığa son verme hayalleri satıyoruz. Hemen ardından nükleer enerjideki tüm gücü Ruslara bırakıyoruz. Suriye ve Irak’a operasyon konuşurken bir anda konu İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri oluyor. Suriye lideri bir gün “Esed” oluyor, bir gün “Esad”. Yakın zamanda bir süredir buzdolabında bıraktığımız Kıbrıs ve Libya gibi konuların yeniden ısıtılması mümkün. Afganistan’da yeni bir süreç için devreye girmemiz de olası.
“Dünya Lideri” imajını cilalayacak bir manşet olsun yeter.
Bu baş döndürücü gündemde elimizdeki tek somut başarı öyküsü Ukrayna ve Rusya ile imzalanan “Tahıl Koridoru Anlaşmaları”. Anlaşmaları ifadesi önemli zira ortada bir ortak metin yok, iki ayrı anlaşma var.
Türkiye’nin bu süreçteki arabulucu rolü elbette ki çok önemli. Ama AKP medyasının “Bu anlaşmalar Erdoğan’sız mümkün değildi,” çığlıkları fazlaca abartılı bir değerlendirme.
Türkiye her iki ülkeyle karmaşık ilişkileri nedeniyle ön plana çıktı belki ama başka arabulucular da konuşuluyordu. Türkiye bu kadar hevesli davranmasa, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa, Brezilya ve Hindistan gibi bir dizi ülkenin de bu süreçte rol alabilecekleri düşünülüyordu. Ama her kim olursa olsun, tahıl gemilerinin zorunlu geçiş noktası olan Boğazları elinde tutan Türkiye, jeostratejik bir gereklilikle masada olacaktı.
* * *
Erdoğan’ın Türkiye’yi “sözü dinlenir, güvenilir bir arabulucu” haline getirdiği iddiası ise tamamen safsata. Çünkü Erdoğan, Türkiye’yi pek çok konuda kadim arabulucu rolünden uzaklaştırıp, tam tersine güvenirliği tartışılan bir ülke konumuna sokan bir dış politikanın mimarı.
Geçmişi ne çabuk unutuyoruz.
Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesiyle yola çıkan genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temel hedefi kendini bir istikrar ve denge merkezi olarak konumlandırmaktı. Üst üste imzalanan Balkan Antantı ve Sadabad Paktı anlaşmaları bu anlamda stratejik başlangıçlardı. İşe de yaradı.
İkinci Dünya Savaşının yıkımından kendini kurtaran Türkiye, 1980-1988 yılları arasında yapılan İran-Irak savaşında arabulucu rolündeydi.
Hatta her iki ülke savaş sırasında Türk Büyükelçiliklerini temsilcilik olarak kullandı. 1990-1991 yıllarını kapsayan Birinci Körfez savaşında İran ve Suriye ile birlikte oluşturulan üçlü mekanizma bir diğer benzer örnekti.
Erdoğan öncesinin Türkiye’si, Filistin sorununun önemli, sözü dinlenen aktörüydü. Türkiye’nin ardında bıraktığı bu boşluğu hala kimse dolduramadı.
1990’larda Yugoslavya parçalanırken Türkiye bölgede yine aranan aktör olarak pek çok işbirliği mekanizmasında kurucu rol oynadı. Sovyetler Birliğinin dağılması sürecinde de. Yine Türkiye’nin öncülüğünde 1992 yılında hayata geçen Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, Ukrayna Rusya Savaşının sürdüğü bugünlerde hala çok etkili bir mekanizma.
Türk askerinin Afganistan, Somali, Kosova, Bosna-Hersek ve Lübnan‘daki tutumu, buradaki barış ve istikrar misyonlarının başarısında hep takdir edilen bir tutum oldu.
Türkiye’nin bu mirasından AKP iktidarı da çok yararlandı. Irak Savaşı öncesi oluşturulan “Irak’a Komşu Ülkeler Girişimi” ve Afganistan için Türkiye öncülüğünde başlatılan “Asya’nın Kalbi-İstanbul Süreci” uzun yıllar atılan tohumların ürünüydü. Özellikle Irak’a Komşu Ülkeler Girişimi, henüz bir yıllık AKP iktidarının, ona şüpheyle yaklaşan uluslararası çevreleri etkileme fırsatı tanımıştı. Türkiye 2008 yılında İsrail ve Suriye arasında Golan Tepeleri konusundaki arabuluculuk rolünü üstlenirken, Erdoğan’ın neo-Osmanlıcı düşleri henüz dillendirilmemişti. O Osmanlıcı düşlerin, daha sonraları ABD Başkanı Biden’a “soykırım” açıklaması yapma fırsatı tanıyarak Türk Dış politikasının en acı yenilgilerinden birine de sebep olduğunu unutmamak lazım.
Erdoğan’ın Türkiye’yi ağırlığı olan bir ülke haline getirdiği de fazla iddialı bir söylem. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve 1995 Kardak krizi ve gibi süreçler var nihayetinde. 1997-98 döneminde Güney Kıbrıs’la yaşanan S-300 krizi bir diğer örnek. Türkiye’nin “Yunanistan’ın karasularını 6 milin üzerine çıkarmasını savaş sebebi sayan” 1995 tarihli “Casus Belli” kararı bugün hala Erdoğan iktidarının temel dayanaklarından.
Abdullah Öcalan’ın yakalanması sürecinde, Türk diplomasisinin Rusya’dan Yunanistan’a, İtalya’dan Kenya’ya yürüttükleri ince ve etkili politikanın çeşitli aşamalarını genç bir gazeteci olarak sahadan izleme fırsatı bulmuştum. Erdoğan öncesinin Türkiyesi gücü ciddi bir güçtü.
Avrupa Birliği maceramızda Erdoğan’ın sert söylemini övmek yine bazı mecralarda pek revaçta. 1999 Helsinki Zirvesi’nde, Erdoğan öncesinin Türkiye’si, bağırıp çağırmadan, o günkü AB dönem Başkanı Lipponen’e Türkiye’nin haklılığını kabullenen ve AB müktesebatı kapsamına giren bir mektup yazdırabilmişti. Evet, Lipponen’in bu mektubu bugün “AB’nin Türkiye’ye yönelik en büyük kandırmacalardan biri” olarak anılıyor. Ve sanki Bülent Ecevit kandırılmış gibi bir hava yaratılmaya çalışılıyor. Bu mektubu önemsizleştirenin, o dönemde “AB bizi sevsin” diye her türlü fedakârlığa hazır AKP hükümeti olduğunu unutmamak lazım.
AKP’nin demokrasi, adalet, insan hakları ve şeffaflık karneleri de kırıklarla dolu. Türkiye’nin yumuşak gücünün bir boyutu da, (tüm problemlerine rağmen) bu alanlarda bölgesinin ve daha genel olarak Müslüman çoğunluklu dünyanın en ileri ülkesi olmasıydı. Şimdilerde bundan da bahsetmek pek mümkün değil.
* * *
AKP medyasının Tahıl Koridoru Anlaşmalarının meyvesini de uzun süre yiyemeyeceği ortada.
Dediğimiz gibi ortada iki anlaşma var. Rusya ile olan 3 yıllık. Ukrayna’yla olan 120 günlük. Bunun dörtte biri bitti bile. Kasım sonunda yenilenmesi söz konusu olduğunda ne tür gelişmeler yaşanacağı belirsiz.
Anlaşmalardan sadece bir gün sonra Odessa’yı bombalayan Rusya bakalım bu kez ne isteyecek?
Peki ya biz?
Evet, “Tahıl Koridoru Anlaşmaları” Erdoğan’a uluslararası bir meşruiyet zemini açtı. Ama bu zeminin devamlılığı Rusya’nın onayına bağlı. Rusya Suriye operasyonu için izin kâğıdını da elinde tutuyor.
Hızla yaklaşan seçimler öncesi Erdoğan için hayati bir diğer kart da bu.
Ancak, bu kartlar özellikle NATO’da sıkıntı yaratıyor. Türkiye, Rusya’ya uygulanan ambargoları delen ve hava sahasını da açık tutarak Rusya’ya nefes aldıran bir ülke olarak görülüyor.
Bu da sürdürülebilir bir politika değil. ABD Hazine Bakan Yardımcısı Wally Adeyemo’nun önceki gün yazılı olarak yaptığı ABD yaptırımları uyarısı bu çerçevede dikkat çekici.
Tahıl Koridoru Anlaşmaları sonrası dış basında çıkan birkaç makaleyi büyük başarı diye sunanlara, bu tür yazıların Erdoğan öncesinde de sık sık çıktığını hatırlatmak lazım.
Okumaya, İngiltere’nin en ciddi gazetelerinden Independent’ta ünlü dış politika yorumcusu Rubert Comwell imzalı 18 Şubat 1999 tarihli “The emergence of Turkey as a major world player - Türkiye'nin büyük (ana) bir dünya oyuncusu olarak ortaya çıkışı” yazısıyla başlayabilirler.