“Leylaklar soluyor” diye yazdı. “Güneşin son ışıkları pencerenin biraz aralık kalmış perdesinden içeri sızıyor ve tozlanmış piyanonun üzerindeki vazoyu yakıcı bir akşam kızılına boyuyor. Kızıl vazodaki mor leylaklar, son Büyükada gezisinde, ıssız köşklerin bahçelerinden usulca koparılmış mimozalar şöyle bir parıldıyor. Hepsi bu kadar. Artık ortalık kararıyor. Mimozaların altın renkli minnacık topları yavaşça görülmez oluyor ve leylaklar soluyor” diye yazdı.
Arkasına yaslandı. Son yazdıklarını bir kez daha okudu. Bir süredir sık sık duyduğu o tuhaf tedirginliği, o anlamlandıramadığı tatminsizliği, beğenmemezliği, daha da kötüsü, tüm bu yazdıklarını kendine yakıştıramamazlığı yine hissetti. Durum açıktı. Son zamanlarda yazdığı şeyler hiç içine sinmiyordu. Kendi yazdıklarına yabancı kalıyordu.
Bunca zamandır yazdığı bütün bu kızıl vazolar, solan leylaklar, batan akşam güneşleri, nahif ve kırılgan kadınların çok sonradan ortaya çıkan ve okuyucuya neyin ne olduğunu bir güzel anlatan hatıra defterleri hiç mi hiç gerçek durmuyorlardı.
Oysa o gerçek insanları, gerçek kadınları yazmak istiyordu. Annesiyle anlaşamayan, kızlarıyla geçinemeyen, aynı ailede doğup büyümelerine rağmen, birbirlerinden tümüyle farklı kişilikleri olan kadınları anlatmak istiyordu. Bu romanların kurguları çoktandır kafasında şekillenmişti. Sözgelimi şöyle olanca gerçekliğiyle üç ayrı kadını anlatacağı bir roman, ‘üç kadının romanı’nı yazacaktı. ‘Ah bu geçim derdi olmasa’ diye düşündü. İstanbul Elektrik Şirketi’nde çalışmak zorunda olmasaydı, daha iyi bir ortamda yazabilseydi, hiç olmazsa şöyle üç aycık bir zamanı olsaydı, düşündüğü, çoğunu kafasında kurguladığı o romanları tıkır tıkır yazıp bitirecekti.
Hali vakti biraz düzeldiğinde gerçek kadınları yazacaktı. O, etiyle kemiğiyle hayatın içinde yer alan, hayatın gelgitlerini, dalgalarını göğüsleyen, yaşamın acılarına, adına kader denilen dayatmalarına sonuna kadar direnen, aşkını doya doya yaşayan gerçek kadınları yazacaktı.
Mesela İstanbul Elektrik Şirketi Yayın Bölümü’nde birlikte çalıştığı arkadaşı, dostu Münevver Andaç gibi kadınları yazacaktı. Münevver, uzaktan akrabası olan ünlü şair Nazım Hikmet’e aşık olmuş ve bu aşkın bütün acılarına katlanmıştı. İşyerinden defalarca uyarılmış, Nazım’la görüşmelerini sona erdirmezse işine son verileceği önce ima yoluyla sonra da düpedüz anlatılmıştı. Münevver umursamamıştı bile. Münevver bütün bunlara güzelim saçlarını havaya savurarak cevap vermişti. Bu Münevver’leri yazacaktı işte.
Düşüncelerinin burasında durakladı. Az kalsın unutacaktı. Nazım’ı askere çağırmışlardı. Ansızın ortaya çıkan bu çağrının pek de hayırlı olmadığını iyi bilen Nazım da tehir hakkından yararlanmak istemişti. Bunun için kendisine kefil olacak, düzenli bir işi ve geliri olan birisini bulması gerekiyordu. Münevver akrabalıktan ötürü kefillik görevini yapamıyordu. Bir öğle tatilinde Cağaloğlu yokuşunda yeni kitaplara bakarlarken Peride Münevver’den bunu duymuş ve hemen oracıkta Nazım’a kefil olacağını söylemişti. İşte bir an için aklından çıkan buydu. Sabah ilk iş doğru askerlik şubesine gidecek ve Nazım Hikmet’e kefil olduğunu resmen bildirerek, gerekli belgeleri imzalayacaktı. Bunu yapmakla başının enikonu derde gireceğini, işinden olabileceğini başta Münevver olmak üzere az sayıda dostu kendisine söylemişti ama o da tıpkı Münevver gibi yapmış, pırıltısı ileri yaşlarında bile hiç sönmeyecek olan güzel gözlerini iyice kısmakla yetinmişti…
‘Aşk romanlarının unutulmak isteyen yazarı’ diye de isimlendirilebilecek olan yazar Peride Celal, upuzun ve çok verimli yazı hayatını, biraz da zaman zaman karşılaştığı acımasız eleştirilerin de etkisiyle ikiye ayırmayı yeğledi. Bu bir anlamda onun edebiyat hayatında ‘iki yirmi dört saat’ denilebilecek milatları oldu.
Tefrika edildiği gazetelerin satışlarını bir anda iki üç kat artıran, kitap olarak piyasaya çıkmadan önce kitabı basan Semih Lütfi Kitabevi, Çağlayan Yayınevi gibi kuruluşlar önünde uzun okuyucu kuyrukları oluşan Peride Celal’in milatlarından ilki, pembe dönem romanları olarak ünlenen eserlerinin sonuncusu ‘Dar Yol’ oldu.
Edebiyatçılığındaki ikinci yirmi dört saat ise ‘Üç Kadının Romanı’ ile başladı. Peride Celâl’in pembe dönem diye biraz da küçümsenen ilk dönemdeki yazıları çoğu kez görmezden gelindi, yok sayıldı ve kıskançlıkla eleştirildi. Her zaman çok ince bir zarafeti temsil eden, hayatta bir tek insanları kırmaktan korkan Peride Celal de bu anlamsız didişmeye taraf olmamak için bunları kerhen kabul etti.
Aslında daha yazarken bile kendisi de sevememiş, benimseyememişti o hikayeleri ve romanları. Daha sonraki yıllarda o dönemde yazdıklarından utandığını, onları sadece birer karalama olarak gördüğünü söylemekten de hiç çekinmedi.
Peride Celal yazmaya genç yaşlarda başladı. Babasının arkadaşlarından biri olan genç bir yargıcın yazdığı öyküleri gazetelere gönderdiğini görünce, kendi yazdıklarını da İstanbul gazetelerine gönderme cesaretini buldu. Ne var ki, gönderdiği öykülerden hiçbirine cevap alamıyordu.
Annesi Mirat Hanım, küçük Peride’nin bu ümitsiz durumunu görünce, o dönemin ünlü gazete sahiplerinden biri olan Ali Naci Karacan’dan yardım istemeye karar verdi. Ali Naci Karacan, küçük bir kız çocuğunun yazdıklarıyla pek ilgilenmedi ama büsbütün darılmaması için de onu yazar Peyami Safa’ya gönderdi. Peyami Safa, Peride Celal’in kendi deyimiyle ‘tomarla abuk sabuk hikayesinden’ yılmadı. Hepsini okudu. Bazı yerlerini yeniden yazdı. Bu işi o kadar ciddiyetle yaptı ki, bir gün Peride Celal ona ‘oldu olacak bu hikayelerin altına kendi adınızı yazın bari’ deyiverdi. Yine de dostlukları bozulmadı.
Sonra, yumuşak bir ‘kırkikindi yağmuru’ çiselerken, bir anne ile neredeyse boyundan büyük çantası tıka basa öykülerle dolu gencecik bir kız, Cağaloğlu yokuşunu tırmandılar. Yedigün Dergisi’nin sahibi olan Sedat Simavi’nin karşısına oturdular. Peride Celal’in anlatımıyla ‘edebiyata tutkuyla bağlı’, Balzac hayranı anne, Sedat Simavi’yi kızının öykülerini okumaya ikna etti.
27 Kasım 1935 tarihli Yedigün’de P. Gençay imzalı ‘Ak Kızın Hikayesi’ yayımlandı. Peride Celal ilk adımı atmıştı. Sonrası bir yağmur gibi geldi. O zamanın ünlü gazeteleri olan Tan, Son Posta gibi gazetelerde ve dergilerde neredeyse hemen her gün bir öyküsü yayımlanmaya başladı. Bunlara bazen Peride Gençay, bazen Peride, bazen de P.G. diye imza atıyordu. Adını ne yazarsa yazsın, okuyucular onu hemen tanıyordu. Okuyucular, bütün bu Küçük Suç, Sazlı Çoban, Senelerden Sonra, Ham Meyva, Mavi Yemeni adlı öyküleri Peride Celal adlı gencecik bir kızın yazdığını biliyor, tefrika edilirken yer darlığından devamı mecburen yarına kalmış öykünün sonunu okuyabilmek için, sabah gün ışırken bayilere koşuyordu.
Derken ilk romanı Sönen Alev, Son Posta’da tefrika edilmeye başlandı. Sonra Yaz Yağmuru, Kızıl Vazo, Ben Vurmadım, Yıldız Tepe romanları geldi. Dar Yol bu dönemin sonu oldu. Bunların çok okunması birçok kişiyi kıskandırdı. Temelsiz ve acımasız eleştirilere uğradı. Peride Celal de yazmaktan değil, benimseyemediği şeyler yazmaktan yorulmuştu. İsviçre’ye gitti. Bern Basın Ataşeliği’nde çalıştı. Oradan bir iki röportaj ve öykü gönderdikten sonra sustu.Yazmaya ara verdi. Aslında bir romancının ikinci yirmi dört saati için bir hazırlıktı bu.
Döndü. 1950’den itibaren yeni bir Peride Celal oldu. Üç Kadının Romanı, bu yeni Peride Celal’in ilk habercisiydi. Sonra Kırkıncı Oda, Gecenin Ucundaki Işık, Güz Şarkısı, Evli Bir Kadının Günlüğünden, Üç Yirmi Dört Saat ve Kurtlar geldi. Özellikle Kurtlar romanında isim vermeden anlattığı edebiyat dünyasının ünlü kişilerinin gerçekte kim oldukları yıllarca tartışıldı.
Eşini kaybettikten sonra hayattan biraz çekildi ama yazmayı hiç bırakmadı. Evindeki özel bitkilerle ilgilenerek, çok sevdiği Burgaz adasına gidip, iyi arkadaşı olan Sait Faik’in dediği gibi ‘kavun acısı yalnızlıklar’ çekerek ama dimdik ayakta kalarak yaşamaya devam etti. Yazarların yalnızlığının olamayacağını savundu hep. Ona göre bir yazar ne kadar yalnız kalırsa kalsın, evindeki masada daktiloyu önüne çekince binlerce okuyucuyla baş başa kalır ve böylece yalnızlığı da bitmiş olurdu.
Doğruydu ama o daktiloyu önüne çekmek istemediği zamanlar ne olurdu peki?
Peride Celal bu sorunun sorulmasına asla izin vermedi ve o yüzden sorunun cevabı da bilinemedi…
Arkasına yaslandı. Son yazdıklarını bir kez daha okudu. Bir süredir sık sık duyduğu o tuhaf tedirginliği, o anlamlandıramadığı tatminsizliği, beğenmemezliği, daha da kötüsü, tüm bu yazdıklarını kendine yakıştıramamazlığı yine hissetti. Durum açıktı. Son zamanlarda yazdığı şeyler hiç içine sinmiyordu. Kendi yazdıklarına yabancı kalıyordu.
Bunca zamandır yazdığı bütün bu kızıl vazolar, solan leylaklar, batan akşam güneşleri, nahif ve kırılgan kadınların çok sonradan ortaya çıkan ve okuyucuya neyin ne olduğunu bir güzel anlatan hatıra defterleri hiç mi hiç gerçek durmuyorlardı.
Oysa o gerçek insanları, gerçek kadınları yazmak istiyordu. Annesiyle anlaşamayan, kızlarıyla geçinemeyen, aynı ailede doğup büyümelerine rağmen, birbirlerinden tümüyle farklı kişilikleri olan kadınları anlatmak istiyordu. Bu romanların kurguları çoktandır kafasında şekillenmişti. Sözgelimi şöyle olanca gerçekliğiyle üç ayrı kadını anlatacağı bir roman, ‘üç kadının romanı’nı yazacaktı. ‘Ah bu geçim derdi olmasa’ diye düşündü. İstanbul Elektrik Şirketi’nde çalışmak zorunda olmasaydı, daha iyi bir ortamda yazabilseydi, hiç olmazsa şöyle üç aycık bir zamanı olsaydı, düşündüğü, çoğunu kafasında kurguladığı o romanları tıkır tıkır yazıp bitirecekti.
Hali vakti biraz düzeldiğinde gerçek kadınları yazacaktı. O, etiyle kemiğiyle hayatın içinde yer alan, hayatın gelgitlerini, dalgalarını göğüsleyen, yaşamın acılarına, adına kader denilen dayatmalarına sonuna kadar direnen, aşkını doya doya yaşayan gerçek kadınları yazacaktı.
Mesela İstanbul Elektrik Şirketi Yayın Bölümü’nde birlikte çalıştığı arkadaşı, dostu Münevver Andaç gibi kadınları yazacaktı. Münevver, uzaktan akrabası olan ünlü şair Nazım Hikmet’e aşık olmuş ve bu aşkın bütün acılarına katlanmıştı. İşyerinden defalarca uyarılmış, Nazım’la görüşmelerini sona erdirmezse işine son verileceği önce ima yoluyla sonra da düpedüz anlatılmıştı. Münevver umursamamıştı bile. Münevver bütün bunlara güzelim saçlarını havaya savurarak cevap vermişti. Bu Münevver’leri yazacaktı işte.
Düşüncelerinin burasında durakladı. Az kalsın unutacaktı. Nazım’ı askere çağırmışlardı. Ansızın ortaya çıkan bu çağrının pek de hayırlı olmadığını iyi bilen Nazım da tehir hakkından yararlanmak istemişti. Bunun için kendisine kefil olacak, düzenli bir işi ve geliri olan birisini bulması gerekiyordu. Münevver akrabalıktan ötürü kefillik görevini yapamıyordu. Bir öğle tatilinde Cağaloğlu yokuşunda yeni kitaplara bakarlarken Peride Münevver’den bunu duymuş ve hemen oracıkta Nazım’a kefil olacağını söylemişti. İşte bir an için aklından çıkan buydu. Sabah ilk iş doğru askerlik şubesine gidecek ve Nazım Hikmet’e kefil olduğunu resmen bildirerek, gerekli belgeleri imzalayacaktı. Bunu yapmakla başının enikonu derde gireceğini, işinden olabileceğini başta Münevver olmak üzere az sayıda dostu kendisine söylemişti ama o da tıpkı Münevver gibi yapmış, pırıltısı ileri yaşlarında bile hiç sönmeyecek olan güzel gözlerini iyice kısmakla yetinmişti…
‘Aşk romanlarının unutulmak isteyen yazarı’ diye de isimlendirilebilecek olan yazar Peride Celal, upuzun ve çok verimli yazı hayatını, biraz da zaman zaman karşılaştığı acımasız eleştirilerin de etkisiyle ikiye ayırmayı yeğledi. Bu bir anlamda onun edebiyat hayatında ‘iki yirmi dört saat’ denilebilecek milatları oldu.
Tefrika edildiği gazetelerin satışlarını bir anda iki üç kat artıran, kitap olarak piyasaya çıkmadan önce kitabı basan Semih Lütfi Kitabevi, Çağlayan Yayınevi gibi kuruluşlar önünde uzun okuyucu kuyrukları oluşan Peride Celal’in milatlarından ilki, pembe dönem romanları olarak ünlenen eserlerinin sonuncusu ‘Dar Yol’ oldu.
Edebiyatçılığındaki ikinci yirmi dört saat ise ‘Üç Kadının Romanı’ ile başladı. Peride Celâl’in pembe dönem diye biraz da küçümsenen ilk dönemdeki yazıları çoğu kez görmezden gelindi, yok sayıldı ve kıskançlıkla eleştirildi. Her zaman çok ince bir zarafeti temsil eden, hayatta bir tek insanları kırmaktan korkan Peride Celal de bu anlamsız didişmeye taraf olmamak için bunları kerhen kabul etti.
Aslında daha yazarken bile kendisi de sevememiş, benimseyememişti o hikayeleri ve romanları. Daha sonraki yıllarda o dönemde yazdıklarından utandığını, onları sadece birer karalama olarak gördüğünü söylemekten de hiç çekinmedi.
Peride Celal yazmaya genç yaşlarda başladı. Babasının arkadaşlarından biri olan genç bir yargıcın yazdığı öyküleri gazetelere gönderdiğini görünce, kendi yazdıklarını da İstanbul gazetelerine gönderme cesaretini buldu. Ne var ki, gönderdiği öykülerden hiçbirine cevap alamıyordu.
Annesi Mirat Hanım, küçük Peride’nin bu ümitsiz durumunu görünce, o dönemin ünlü gazete sahiplerinden biri olan Ali Naci Karacan’dan yardım istemeye karar verdi. Ali Naci Karacan, küçük bir kız çocuğunun yazdıklarıyla pek ilgilenmedi ama büsbütün darılmaması için de onu yazar Peyami Safa’ya gönderdi. Peyami Safa, Peride Celal’in kendi deyimiyle ‘tomarla abuk sabuk hikayesinden’ yılmadı. Hepsini okudu. Bazı yerlerini yeniden yazdı. Bu işi o kadar ciddiyetle yaptı ki, bir gün Peride Celal ona ‘oldu olacak bu hikayelerin altına kendi adınızı yazın bari’ deyiverdi. Yine de dostlukları bozulmadı.
Sonra, yumuşak bir ‘kırkikindi yağmuru’ çiselerken, bir anne ile neredeyse boyundan büyük çantası tıka basa öykülerle dolu gencecik bir kız, Cağaloğlu yokuşunu tırmandılar. Yedigün Dergisi’nin sahibi olan Sedat Simavi’nin karşısına oturdular. Peride Celal’in anlatımıyla ‘edebiyata tutkuyla bağlı’, Balzac hayranı anne, Sedat Simavi’yi kızının öykülerini okumaya ikna etti.
27 Kasım 1935 tarihli Yedigün’de P. Gençay imzalı ‘Ak Kızın Hikayesi’ yayımlandı. Peride Celal ilk adımı atmıştı. Sonrası bir yağmur gibi geldi. O zamanın ünlü gazeteleri olan Tan, Son Posta gibi gazetelerde ve dergilerde neredeyse hemen her gün bir öyküsü yayımlanmaya başladı. Bunlara bazen Peride Gençay, bazen Peride, bazen de P.G. diye imza atıyordu. Adını ne yazarsa yazsın, okuyucular onu hemen tanıyordu. Okuyucular, bütün bu Küçük Suç, Sazlı Çoban, Senelerden Sonra, Ham Meyva, Mavi Yemeni adlı öyküleri Peride Celal adlı gencecik bir kızın yazdığını biliyor, tefrika edilirken yer darlığından devamı mecburen yarına kalmış öykünün sonunu okuyabilmek için, sabah gün ışırken bayilere koşuyordu.
Derken ilk romanı Sönen Alev, Son Posta’da tefrika edilmeye başlandı. Sonra Yaz Yağmuru, Kızıl Vazo, Ben Vurmadım, Yıldız Tepe romanları geldi. Dar Yol bu dönemin sonu oldu. Bunların çok okunması birçok kişiyi kıskandırdı. Temelsiz ve acımasız eleştirilere uğradı. Peride Celal de yazmaktan değil, benimseyemediği şeyler yazmaktan yorulmuştu. İsviçre’ye gitti. Bern Basın Ataşeliği’nde çalıştı. Oradan bir iki röportaj ve öykü gönderdikten sonra sustu.Yazmaya ara verdi. Aslında bir romancının ikinci yirmi dört saati için bir hazırlıktı bu.
Döndü. 1950’den itibaren yeni bir Peride Celal oldu. Üç Kadının Romanı, bu yeni Peride Celal’in ilk habercisiydi. Sonra Kırkıncı Oda, Gecenin Ucundaki Işık, Güz Şarkısı, Evli Bir Kadının Günlüğünden, Üç Yirmi Dört Saat ve Kurtlar geldi. Özellikle Kurtlar romanında isim vermeden anlattığı edebiyat dünyasının ünlü kişilerinin gerçekte kim oldukları yıllarca tartışıldı.
Eşini kaybettikten sonra hayattan biraz çekildi ama yazmayı hiç bırakmadı. Evindeki özel bitkilerle ilgilenerek, çok sevdiği Burgaz adasına gidip, iyi arkadaşı olan Sait Faik’in dediği gibi ‘kavun acısı yalnızlıklar’ çekerek ama dimdik ayakta kalarak yaşamaya devam etti. Yazarların yalnızlığının olamayacağını savundu hep. Ona göre bir yazar ne kadar yalnız kalırsa kalsın, evindeki masada daktiloyu önüne çekince binlerce okuyucuyla baş başa kalır ve böylece yalnızlığı da bitmiş olurdu.
Doğruydu ama o daktiloyu önüne çekmek istemediği zamanlar ne olurdu peki?
Peride Celal bu sorunun sorulmasına asla izin vermedi ve o yüzden sorunun cevabı da bilinemedi…